30 Temmuz 2007
İsrafil’in Kanatları sizin ilk romanınız ama bir de sizin iş dünyasında bir hayatınız var.
Evet, yaklaşık 10 yıldır satış ve pazarlama yöneticiliği yapıyorum. Fakat yazarlığım, yani bir şeyler karalamaya başlamam çok daha eski yıllara gider. Ortaokul ve lise yıllarındaki edebiyat merakımdan sonra üniversitede amatörce de olsa bir şeyler yazmaya başlamıştım. Ancak bu sene bu çalışmalarım, ilk romanımın yayımlanmasıyla biraz daha profesyonel bir mecraya kaydı. Yöneticiliğim yanına hobimi de bu şekilde ciddi bir biçimde ekleyebildiğim için memnunum.
Romanın içeriğine geleceğiz ama bir roman yazmış ve çıkarmış olan biri yazar olarak addedilebilir mi ya da yazan kişi kendini yazar olarak görür mü?
Yazar olarak addedilir tabii. Bu biraz bakış açınıza bağlı; bir de ortaya konan şeyle ilgili. Bu kararı aslında yazarın kendisinin vermesi çok da kolay bir şey değil. Dışarıdan bakabilmek lazım. Gerçekten o kişi yazı yazan biri midir yoksa yazarlığa ilk adımını mı atmıştır. Bu biraz dışarıdan gözlemle daha doğru değerlendirilir diye düşünüyorum.
İsrafil’in Kanatları aslında mistik bir roman. Bu Anadolu’daki bir efsaneden yola çıkarak kaleme aldığınız bir kitap. Nasıl oluştu bu kitabın fikri? Yani o efsanelerden yola çıkarak mı kurgulandı? Neydi oradaki ana kriter, ne götürdü sizi oraya?
Benim yazmaya başladığım günlerden beri aslında kafamda böyle bir kurgu vardı. Kriterim şuydu: ben okurken nasıl bir romandan zevk alırım. Beni meraklandıracak, sürükleyecek, zaman zaman düşündürecek, bir şeyler öğretecek ve keyifli zaman geçirtecek bir roman nasıl olabilir sorusundan hareket ettiğim anda Anadolu’da anlatılan ama az bilinen bir efsane aklıma geldi. Ben de bu hikayeyi bir kez duydum aslında. Anadolu’da Osmanlı döneminde böyle esrarengiz bir kitabın varlığından bahsedildiği, bir paşanın kitap koleksiyonunda bulunduğu, dört yönden okunabildiği Anadolu’da anlatılır dururmuş meğer ama ben bilmiyordum. Biraz da Adana’nın ünlü Lokman Hekim efsanesine benzettim ben bu öyküyü. Orada da ölümsüzlük iksiri vardır Lokman Hekim’in notlarında, sonra notlar kaybolur. Tabii bu efsaneden yola çıkarak farklı bir yere gitti roman. Daha sonra konuyu kahramanlarla daha da zenginleştirdim ve bugünkü İsrafil’in Kanatları romanı çıktı.
Bu içinde sırların cevaplarını saklayan bir roman mı?
Sırların cevaplarını saklayıp saklamadığını isterseniz anlatmayayım. Biraz da okurları merak ettireyim. Yoksa burada sırları vermiş olurum. Orası sır kalsın.
Peki, bu az bilinen Anadolu efsanesini konu alıp kurguladığınız bir kitap. Fakat İstanbul’da 1950’lere, Kuzguncuklara giden, orada birçok inancı birçok kültürü anlatan bir roman. Bir tarafta kilise, bir tarafta havra, bir tarafta cami varken o bütünlük içersinde farklı kültürleri yaşayan insanların hayatları anlatılıyor bir taraftan. Onlarla bu konu nasıl kesişti ve Kuzguncuk neden ana temadır?
Roman iki ayrı tarihsel düzlemde akıyor. Sonuna kadar hemen hemen böyle gidiyor. Biri 1700’lü yıllar, Osmanlı dönemi, diğeri 1950’lerin İstanbul’u. 1950’lerde dört gencin aradığı kitabın 1700’lerde elden ele dolaştığını görüyoruz. 1700’lerde geçen kısım az önce sözünü ettiğim efsaneden esinlenerek yazdığım bölümdür. 1950’lerdeki arayışsa birazda içinde böyle sırlar saklayan esrarengiz bir kitaba çok farklı düşüncelerle, farklı inançlardan bakılabileceğini, bu renkler ve zenginlikler içersinde belki sırların bulunabileceğini düşündüğüm için çıktı. Değişik dinlere mensup vatandaşlarımızın bulunduğu bir semt olması itibariyle de Kuzguncuk’u seçtim. Çünkü Kuzguncuk özellikle 1950’lerde yine İstanbul’daki Balat gibi, Fener gibi değişik kültürlerin bir arada yaşayabildiği bir semtti. Burada aslında kendime romanı yazarken şöyle de bir zorluk getirdim. İki yaşamadığım dönemi yazdım. Ama en azından Kuzguncuk’un 1960’lı yıllarını biliyorum çünkü doğma büyüme oralıyım. Biraz da Kuzguncuk buradan geldi. Bir de romandaki insanları bir araya getirebilecek, İstanbul’daki nadir semtlerden biri olduğu için Kuzguncuk’u seçtim.
1950’lerde bu insanlar azınlık olarak değerlendirilip o kategoriye sokulmuyordu belki ama şimdi bakıldığında bu kültürlerle birlikte insanın kafasında bir azınlık fikri de doğuyor. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maalesef evet. Çünkü bugün artık özellikle Kuzguncuk gibi semtlerimiz geçmişte olduğu kadar renkli değil. Bu nedenle azınlık gibi değerlendirilebilir bazı insanlar. Ama geçmişte sözünü ettiğim semtleri birlikte paylaşıyordu insanlar. Bu semtlerin tek bir sahibi yoktu. Aksine, mesela benim çocukluğumun geçtiği Kuzguncuk’ta belki Müslümanlar azınlıktı diyebilirim. Çünkü sadece bir cami vardı ama üç tane kilise, iki havra vardı. Ve o küçük köyü insanlar birlikte paylaşıyorlardı. Birinin diğerine azınlık diyebileceği bir durum söz konusu değildi. Bugün maalesef Ermeni vatandaşlarımız, Museviler, Rumlar yavaş yavaş çekildiler Türkiye’den ve bu nedenle kalanlara azınlık diyebiliyoruz.
Dinlerin, dillerin ve insanların sevgiyle bir arada yaşayabildikleri 1950’ler ve bu yıllarda Kuzguncuk’un ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu siz şimdi aktardınız. Uzun geceler, şarap ve felsefe sohbetleri…Şimdi 1950’lere bugün baktığınızda bunların hangisini görebiliyorsunuz siz? Hayatımızın her alanında, insan ilişkilerinde ne fark görüyorsunuz?
Bugünkü yaşantımız çok çeldiricisi olan bir yaşantı. O zamanlar televizyon, iletişim, teknoloji bize bu kadar hükmeder halde değildi. İnsanlar çok kısıtlı, çok sınırlı, çok sade ama keyifli bir dünyada yaşıyorlardı. Zaten şu da düşünülebilir. Romanın 1950’lerdeki kısmı niçin bugünde geçmiyor? Niçin 2000’li yıllarda dört tane genç bir araya gelip de böyle esrarengiz bir kitabın peşinde gitmiyorlar diye bir soru da gelebilir akla. Ama gitmezler. O yılların insanlarının naifliğiyle, o yıllardaki insanların sadeliğiyle de biraz ilintili bir şey bu. Bu nedenle çok fazla çeldiricisi olmayan yıllar olması itibariyle İstanbul’un da bence güzel yılları. 1950’leri bu nedenle de seçtim ikinci bir tarih düzlemi olarak.
Acaba bütün sırlar bir kitaba gizlenmiş olabilir mi? Tanrı kainatı yaratmadan önce ilk kelamı ederken mesela “Işık olsun” derken kainata yayılan ve belki de hâlâ kulaklarımızda çınlayıp da bizim anlayamadığımız o en eski dille yazılmış kayıp bir kitap… Bu, bu kitabı anlatıyor.
Evet, romanın içinden bir alıntı bu.
Çok mistik ve çok sürükleyici. Kitabın içinde gizemlerin peşinden gidilen bir yolculuk var. Okuyucuyu da sürüklemesi ve kitabın içine çekiyor olması çok önemli. Son olarak soracağım. Burada kurguyu yaparken neyi baz aldınız ve öncelikli kriteriniz neydi?
Yorumlarınız için teşekkür ederim. Az önce de bahsettiğim gibi temel nokta şuydu. Ben bir roman okurken nasıl bir roman olmasını isterim, neler beklerim.
Yani kendinize göre mi bir roman yazdınız?
Evet, bu romanım için bunu söyleyebilirim. Bundan sonra yazacağım romanlarla ilgili farklı şeyler söyleyebilirim belki ama bu roman, biraz beni meraklandıran, beni sürükleyen, beni eğlendiren, hoşça vakit geçirten bir roman nasıl olur fikrinden hareketle ortaya çıktı. Kendim için bir roman yazarken roman tabii farklı bir boyuta gitti. Bundan da memnunum.
Peki, bundan sonra yeni bir kitap çalışması var mı?
İki ayrı düşünce var kafama. Hangisinden başlayacağımı bilmiyorum ama ikisini de romanlaştıracağım.
Romanınızın Doğan Kitap’tan çıkmış olması da önemli değil mi?
Son söz olarak buradan öncelikle sevgili eşime çok teşekkür etmek istiyorum. Onun desteği çok önemliydi benim için. Benim gibi tek işi yazarlık olmayan birinin, bir işte çalışırken zaman ayırıp roman yazması çok da kolay bir şey değil. Çünkü hayatı birlikte paylaştığınız insanla birlikte geçirdiğiniz zamandan biraz da çalıyorsunuz. İkinci olarak Doğan Kitap’a çok teşekkür etmek istiyorum. Hem yöneticilerine, hem editörlerine, bana bu imkanı verdikleri için teşekkürler. Çünkü ülkemizde yeni yazarları yayımlamak bir cesaret işi. Bu cesareti gösterdikleri için Doğan Kitap’a da teşekkür ediyorum.
Hakan Yaman size çok teşekkür ediyorum. Bundan sonraki kitap yolculuklarınızda, hikâyelerinizde büyük kolaylıklar diliyorum. Umarım keyifli yolculuklar yaşarsınız.
Ben teşekkür ederim.