HÜZZAM'IN UÇMA İHTİMALİ

“Yeni bir kitap çıkmış. Adı, ‘Ölmeye Yatmak’. Tesadüfen elime geçti burada… Romanın kahramanı konforlu bir otel odasında ölmeye yatıyor. Ne tuhaf. Bizse her gün ölmeye kalkıyoruz demir ranzalarımızdan. Bunun için yaşatıyorlar bizi. Ekmeğimizi, suyumuzu bunun için veriyorlar. Bunun için havalandırma, bunun için hava ve su. Ölmeye kalkalım diye. Belki de hiç kalkamamak en iyisi. Çünkü kalkamazsak ölemeyeceğiz de…”

Üç darbe, üç dönem: 1960 Darbesi, 12 Mart Darbesi, 80 Darbesi. Toplumu sarsan, yüzlerce kişinin tutuklanmasına, işkence görmesine, ölümüne, ailelerin parçalanmasına, hayatların ziyan olmasına yol açan olayları vurucu ayrıntılarla ilmek ilmek örüyor Hakan Yaman, Hüzzam’ın Uçma İhtimali’nde; gencecik insanların tamamlanamayan aşklar, gerçekleşemeyen hayallerle yoğrulu dünyalarını tanıtıyor. Hayali kahramanlar yanında Turan Emeksiz’den Deniz Gezmiş’e, Talat Aydemir’den Mahir Çayan’a kadar gerçek kişilerle dokunan romanda, bu üç kaotik dönem idealleri, yıkımları ve hayal kırıklıklarıyla acıtıcı bir fon oluşturuyor, Ülkücü bir abinin Devrimci kardeşi İsa’nın romanına. Hakan Yaman’ın, onlarca tanıktan dinledikleriyle, derinlemesine bir belge çalışmasıyla kotardığı bu çarpıcı roman belki de bu dönemleri kurgusal olarak işleyen en kapsamlı yapıtlardan biri.

Belki bir hesaplaşma, belki bir iç döküş, belki de bir yüzleşme, Hüzzam’ın Uçma İhtimali. Ya da bir hatırlatma: Belki de kanadı kırık Hüzzam ne zaman uçabilirse özgürlük de o zaman yaşanacaktır. Kim bilir.

FOTOĞRAFTAKİ KADIN

Birden o geçti kapının önünden. Sadece fotoğrafımı değil hayatımı da süsleyeceğini işte o an anladım. Çocukken saka, iskete, flurya avlamak için kurduğumuz kuş kapanlarından birinin ipini çeker gibi bastım deklanşöre. Kalbim gürültüyle çarpıyordu. Heyecandan nefesim kesilmişti… İşte o an yine eskiden olduğu gibi ağırlaştı zaman… Sönmüş yıldızlara benzeyen cüce yaşantıma bir ışık dolmuştu ve önce ben, sonra da herkes, her şey, her yer, bütün İstanbul yok olmuştu. Gözümün önünde sürekli değişen görüntülerle dönüp duran canlı cansız her şey bir bir kaybolmuştu. Yıllardır zihnime kazınıp kalmış ne kadar görüntü varsa hepsi bir süreliğine solmuş, zaman donmuştu… Çok güzel bir kadındı. Uzun siyah saçlarını dağıtan ılık akşam rüzgârına aldırış etmeden dar sokaktan aşağıya yürümüş, sonra usulca küçülüp gözden kaybolmuştu. Daha önce hiçbir kadının beni böylesine etkilediğini, kanımı dondurduğunu hatırlamıyordum. Kendime gelir gelmez telaşla peşine takıldım. Boynum, yüzüm, kulaklarım kızarmıştı. Hissediyordum. Ağır vücuduma kan pompalarken zorlanan kalbim heyecanla çarpıyordu…”

Hakan Yaman’a 2009 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandıran Fotoğraftaki Kadın, tutkulu bir aşkın romanı. Yalnızlığı içinde, kendi küçük dünyasında yaşayan fotoğraf meraklısı Suphi’nin tekdüze hayatı, tesadüfen karşısına çıkan güzel bir kadının fotoğrafını çekmesiyle değişir. Suphi, bir görüp bir yitirdiği o görüntünün peşinden koşar, arar ama kadını bulamaz. Bu arayış ve bu kadın bir saplantı olmuştur artık. Suphi’nin ısrarlı aramaları ansızın şaşırtıcı bir noktada sonlanacaktır.

İSRAFİL’İN KANATLARI

“Çok soluk da olsa, şu yaşlı gözlerimle seçebildiğim dört kanatlı bir melek var burada. Ben onu İsrafil’e benzettim. İsrafil tasviri bazen tılsımların üzerinde kullanılır. Mesela Ayasofya’daki tılsımlı dört sütundan birinin üzerinde buna çok benzeyen bir İsrafil kabartması vardır. Diğer sütunlara da Mikail, Cebrail ve Azrail tasvirleri yapılmıştır. Bu dört büyük meleğin her biri ayrı mucizelere veya felaketlere sebep olur… İsrafil’in kanatları ise batıda başlayacak büyük bir kıtlığa delalettir… Bildiğiniz gibi melekler çoğunlukla iki kanatlı olarak tasvir edilirler, fakat mahşer günü Sur borusunu üfleyecek olan İsrafil dört kanatlıdır; dört kanadından biriyle batıyı, diğeriyle doğuyu tutan, üçüncü kanadıyla gökten yeryüzüne inen ve sonuncusuyla kendini örtüp gizleyen dört kanatlı İsrafil’in son gün çalacağı dördüncü boruyla yeni dünyanın kapısı açılacak ve asıl başlangıç o gün olacaktı.”

1900’lerin ortalarında, İstanbul’un kuytu bir köşesinde, adı ve yazarı bilinmeyen, gizemli, kayıp bir kitabın izini süren dört üniversiteli genç ve 1700’lerde, Sultan I. Mahmud döneminde elden ele gezerek insanların kaderine hükmeden aynı kayıp kitap.

Eski Kahire’nin karanlık dehlizlerinden, Osmanlı İstanbulu’nun ara sokaklarına, Marsilyalı zengin bir kitap koleksiyoncusunun gemisinden, Türkiye’nin çalkantılı 50’li yıllarına kadar peşine düşülen, tüm alfabelerle yazılmış, dört yönden de okunabilen, içinde kâinatın bütün sırlarının saklı olduğu 444 sayfalık bir gizemli kitap ve çok katmanlı bir hikâye…

HUŞ AĞAÇLARININ SESSİZLİĞİ

Hiç beklemediğiniz bir anda hayatınız değişirse, hayalleriniz ve özgürlüğünüz uğruna her şeyi, evinizi ve hatta sevdiklerinizi bile hiç düşünmeden terk edip gidebilir misiniz?

Eşi Salim ve oğluyla bir taşra kentinde sakin bir yaşam süren müzik öğretmeni Macide, bir sabah ansızın, kimseye haber vermeden, arkasında hiçbir ipucu bırakmadan ortadan kaybolur. Onun kaybolmasıyla birlikte kocasının ve oğlunun hayatları da bambaşka bir yön alır. Karısını aramaya başlayan Salim, önceleri onun hayatından endişe etse de zamanla hem başka kuşkulara kapılır hem de bu yeni özgürlük ona yeni kapılar açar. Macide ise kimseye açıklamadığı bir nedenle kendisine farklı bir yol çizmiştir.

Hakan Yaman, kaybolan bir kadının izini sürerken, hayatlarımızı bir kez daha, yeniden başlatmanın mümkün olup olamayacağını sorgulatıyor. Fotoğraftaki Kadın’la Yunus Nadi Roman Ödülü’ne layık görülen yazardan insan ilişkilerindeki ve hayatlarımızdaki önceliklere dair derinlikli, düşündürücü bir roman.

ROMANCI

Romancı’nın kahramanı, yazarlıkta aradığını bulamadığı gibi hayata da tutunamamış bir roman yazarıdır. Kendisini intiharın eşiğine getiren olayları anlatıyor son romanında. Geride kısa bir intihar notu bırakmak yerine en iyi yaptığı şeyi deniyor ve bu defa arkasında bir intihar romanı bırakmak için kalemine sarılıyor. Kahramanımız, romanının hemen başında iki cinayet işlediğini itiraf ediyor. O polis tarafından aranırken, biz de saklandığı yerde yazdığı son romanını okuyoruz. Roman boyunca, romancıyla birlikte İstanbul’un eski semtlerinde edebi gezintilere çıkıyor, kız kardeşi ve köpeğiyle parklarda dolaşıyor, Beyoğlu’ndaki karanlık barlara giriyor, romancının tesettürlü kız arkadaşı Zahide’yle, Down Sendromlu kız kardeşi Naz’la, emekli

gazeteci babasıyla tanışıyoruz.  Romancı, kendisini cinayet işlemeye sürükleyen olaylar dizinini sabırlı ve kurgusal bir dille anlatırken bizi ağır ağır kurbanlarına ve cinayetleri işlediği ana geri götürüyor. Edebiyat, gezintimiz boyunca bizi hiç yalnız bırakmıyor.

Gezi olaylarının hemen öncesinde yazılan roman, Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyoekonomik çalkantıları, siyasi açmazları, din istismarını, laik ve anti-laik çatışmasının temellerini de çarpıcı biçimde içine alan edebi bir İstanbul polisiyesi.

GÜZ KOKULU GÜNAHLAR

Güz Kokulu Günahlar, 19. yüzyılda, İzmir’in Levanten dünyasında geçen bir aşk ve ihanet öyküsünü konu alıyor. İzmir’in köklü Levanten ailelerinden Vitellilerin bir üyesi olan Alfredo Vitelli ile karısı İsabella arasındaki ilişki, romanda iki ayrı düzlemde işleniyor.

Vitellilerin, yakın dostlarıyla, İncil’de adı geçen “Yedi Kilise”yi görmek için çıktıkları gezinin anlatımına, aynı gezide İsabella’nın tuttuğu günlük eşlik ediyor.

19. yüzyıl anlatıcısıyla, romanın başkarakterlerinden İsabella’nın günlüğünde yazanlar önceleri paralel akarken, roman ilerledikçe iç içe geçmeye, bir süre sonra çelişmeye, hatta zıtlaşmaya başlıyor.