DÜNYAYI ANLAMLANDIRMADA EN ÖNEMLİ ANAHTARLARDAN BİRİ EDEBİYAT

“Kitapta bir romancının başından geçenleri anlatırken, bir taraftan da gerçek hayatla kurgu arasındaki benzerlikleri, çelişkileri ve gerçek hayatı anlamak için aslında kurgunun çok da önemli bir anahtar olduğunu bir kez daha dile getirmeye çalıştım. Vurgular biraz da onu gösteriyor. Çünkü ben, bu dünyayı anlamlandırabilmek için hepimizin en önemli anahtarlarından birinin edebiyat olduğuna inanıyorum.”

Hakan Yaman, dördüncü kitabı olan Romancı ile yine farklı bir hikâyeye, anlatıma ve başarılı bir romana imza atıyor. Romanda yazarın, gerçek bir katile dönüşümüne adım adım tanık oluyoruz.

Yazar, okuru romanın en başında uyarıyor: “Bu yazdıklarımı hem bir roman gibi okuyun hem de ateşin ortasında kalmış bir akrebin gerçek itirafları olarak.” Romancı, politika, din, sosyoloji, psikoloji, drama ve komedi gibi bütün unsurların hepsini içine alıyor. Hatta insana ait tüm duyguları ve renkleri de… Romanın, bir romancının başından geçen maceraları anlatıyor gibi görünse de aslında bir veda mektubu olduğunu söyleyen Hakan Yaman ile okumaya değer bir söyleşi gerçekleştirdik.

Son kitabınız Romancı’yı mart ayında çıkardınız. Kitap hakkında bilgi alabilir miyim sizden?

Üzerinde uzun süre düşündükten sonra kitabı 2010 yılında yazmaya başladım. Roman, romancının iki cinayet işlediğini itiraf etmesiyle başlıyor. Yazarı o sürece götüren konuları roman içinde yaşıyoruz.

Roman içinde başka izlekler de var. Seri bulmacalar, edebiyat ve felsefeye dair meseleler gibi… Ayrıca edebiyat dünyasından tutunda pek çok felsefi meseleye değinen noktalar bulunuyor. Roman, bir romancının başından geçen maceraları anlatıyor gibi görünse de aslında bir veda mektubu. Çok da fazla gizlisi saklısı yok. Yazdığım romanlarımın hepsinde bir sürpriz bırakırım. Bu durum Romancı için geçerli olmadı. Romancıyı İstanbul’un farklı mekanlarına savuran edebiyat içerikli blmecelerin  sonunda çıkan cevap bazı okurlariçin sürpriz, bazıları içinse hayal kırıklığı  olabilir, ama bu, kesinlikle romana Gizem katmak için yaptığım bir şey değildi; kurgunun gereğiydi sadece. Romanı yazan kişinin yani romancının sonunda intihar edeceği biliniyor. Katil olduğunu da biliyoruz, katil de gizli değil. Bu romanda okur en fazla kimleri öldürdüğünü ve onu intihara ve iki cinayet işlemeye iten nedenleri merak edebilir.

Peki sizi bu romanı yazmaya iten unsurlar neler oldu?

Bir tek nedeni yok, birikim diyebilirim. Bende genelde bir roman biterken, ondan sonra gelecek bir ya da iki romanı tetikler. 2011 yılında çıkan üçüncü romanım Güz Kokulu Günahlar’ı yazdığımda kafamda  buna benzer bir kurgu vardı. Bir romanı yazarken yaptığınız araştırmalar ve birikimleriniz sizi belli noktalara götürüyor. Bunların hepsini o romana dökemeyebiliyorsunuz. Bazıları, sonraki romana kalıyor. Okumayı seviyorum. Uzun süredir aklımda bir  romancının hayatını yazmak vardı. Ancak nasıl başlayacağımı bilmiyordum. Bir türlü ilk cümlesi gelmiyordu. 2010 yazında bir  gece yarısı ilk cümle bir anda geldi. Ondan
sonrası ise çok hızlı oldu. Genellikle bir kitabı yazarken notlar alırım hatta belli bölümlerini yazarım. Bazen roman bitmeden son bölümünü yazmış olabiliyorum. Yazmaya başladıktan sonra sonunu değiştirdiğim çok romanım yoktur. Genelde baştan sona kurgu bellidir. Bunda da aşağı yukarı sonunun nasıl olacağı belliydi. Ancak konuyu yan konularla zenginleştirmek için üzerinde bir süre çalışmam gerekti. Bir de yazacağım romancı bana benzemesin diye başka romancılarla görüştüm, romanıma yabancılaşmak için çaba harcadım. Sonuç nasıl oldu bilemem tabii, ama ben elimden geleni yaptığımı düşünüyorum.

Romancı, politika, din, sosyoloji, psikoloji, drama ve komedi gibi bütün unsurların hepsini içine alıyor. Hatta insana ait tüm duyguları ve renkleri de…

Okurlarımla zaman zaman görüşüyorum. Kitabı okuyup, beğendiklerini söylüyorlar. Ama kitapta herkesin ilgilisini çeken yerler farklı. Kimisi romanı, romancı Zahide ilişkisi üzerinden okumuş, türbanlı bir kızla, ateist bir adamın ilişkisinden etkilenmiş. Kimisi romandaki bilmeceleri sevmiş, sonuna kadar heyecanla beklemiş. Romanın içinden kendileri için bir okuma listesi çıkardıklarını söyleyen okurlar var. Romanın en etkileyici bölümlerinin romancının kız kardeşi Naz’la parkta geçirdiği anlar olduğunu söyleyenler var. Cinayetleri bekleyenler, bu kez katil kim yerine, kurban kim sorusuna cevap için romanı okuyanlar var. Romanda herkesin kendisine yakın bulacağı bir yön olduğunu duyduğum için memnunum. Her romanda değil, ama bu romanı yazarken bu etkiyi arzuladığımı anımsıyorum.

Anlatıcı, ısrarla bunun bir roman değil, kendi başından geçen gerçek olaylar silsilesi olduğunu belirtiyor. Yani meşhur hayatım roman efsanesini, bizzat roman yazarı olarak uygulamaya geçiriyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Edebiyatın sürekli tartıştığı, biraz da felsefi temelli bir sorunsal var. Edebiyat yani kurgu ve gerçek yaşam ikilemi, çelişkisi, benzerliği artık ne derseniz. Çünkü kimi eleştirmenler ve yazarlar, aslında gerçek hayatı, romanlardaki kadar zengin, derin ve anlamlandırarak yaşamadığımızı, romanların gerçek hayatı bize soyutlayarak, farklı bir şekilde sunmasıyla etrafımızdaki her şeyin daha anlaşılır ve daha gerçek olabildiğini iddia ederler ki ben de bu gruba katılıyorum. Romanın hemen başındaki, Dostoyevski’den alıntı epigraftan hareketle, bir grup okur, bunun, sürekli bir itiraf ve veda yazısı olduğunu iddia eden romancıya inanmadıklarını söylediler. Tam tersi, romancının bu romanı okura ilginç gelecek unsurlarla zenginleştirerek bir tür çok satan romana dönüştürme arzusuyla yazdığını düşündüklerini söyleyenler oldu. Böyle de okunabilir bu roman. Kim bilir, belki de böyledir. Kurgu veya gerçek, bu dünyayı anlamlandırmak için hepimizin en önemli anahtarlarından birinin edebiyat olduğuna inanıyorum.

Pek çok yazar kitap yazarken saga sola savrulduğunu söyler. Bu durum sizin için de geçerli mi?

Ölçülü oranda savrulduğunuzda savrulma da güzeldir. Ama fazlası okuru yorar.

Romanlarınızda okurla güzel bir iletişim kuruyorsunuz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Öncelikle yazmayı çok seviyorum. Hiçbir  zaman ben yazar olayım, kitaplarım yayınlansın ve okunsun diye yola çıkmadım.

Önce yıllarca kendim okudum, biriktirdiklerimden sonra yazmayı denedim. Kısa yazılarla başladım. Aslında benim romancılığım yenidir, ilk romanım 2007 yılında çıkmıştı, ama yazarlığım çok eski. 1980’lerden bu yana yazıyorum. Demlendire demlendire bugünlere kadar geldim. Yazarken büyük zevk alıyorum. Emek veriyorum. Çok araştırarak yazıyorum. Bir sene de bitecek romanı, ben dört ya da  beş sene de yazıyorum. Zamanımın yeterliolmayışından değil, zor konular seçiyorum. Araştırılmadan yapılacak işlerden zevk almıyorum.

Yazarken nasıl bir ruh halinde oluyorsunuz?

Hayatı, üç ruh halinde yaşıyorum. Biri, iş hayatım; ikincisi, özel hayatım; üçüncüsü de romancılık hayatım. Bunlar çok ayrı atmosferler. Çok ayrı dünyalar benim için. Birinin kıyafetiyle öbürünü yapmam mümkün değil. Dolayısıyla yazarlığa büründüğüm anda yani yazı yazacaksam, giydiğim kıyafet ve beni içine alan zırh bambaşka oluyor. Söz konusu durum olduğu sürece o ruh haliyle yazabiliyorum. O kıyafetleri ve zırhı üzerimden çıkardığımda da başka bir Hakan Yaman olabiliyorum. Böyle baktığınızda kendimi kesinlikle bölüyorum. Ve her seferinde halden hale geçerken, bu durum zaman alıyor. İnsanın normal hayattan transa geçmesi gibi bir durum bu.

Bu durum sizi yormuyor mu?

Hayır, aksine dinlendiriyor. Benim için edebiyat, hem okuma hem de yazma anlamında her zaman son derece dinlendirici, hayatın önemli bir rengi ve anlamı olmuştur. Edebiyatsız yaşantımın çorak olacağını düşünüyorum. Edebiyat beni beslediği gibi dinlendiriyor da. Her anlamda hayata çok farklı bakmamı sağlıyor. Yaşantımın edebiyatla zenginleştiğini, yeşerdiğini düşünüyorum. Gerçek hayatın getirdiği yorgunlukları kurguyla atıyorum.

Genel bir kanı var, roman yazmak zordur. Öykü yazmak yoğun, zordur. Şiir ise en zorudur. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

Katılıyorum. Şiir yazmak en zorudur. Çok basit bir ifadeyle, dar ve kısa zamanda edebiyat yapmak zordur. Şiir böyle birşey… Mısra, kıta ve dörtlükle anlatacaksınız anlatmanız gerekeni. O kadarlık bir alanınız var. Duyguyu karşıya geçirebilmek için, sözcükleri iyi seçmeli, iyi bir armoni ve ses yakalamalısınız. Bu noktada en dar alan şiir olduğu için, en zoru şairliktir. Hiç denemedim. Öykü yazmak ise, yine şiirden sonraki en zorudur. Roman ise, çok uzun soluklu bir iş. Çok zamanınız var.

Bir tarafta yapılan hatayı öbür tarafta düzeltebilirsiniz. Anlatmanız gerekeni, uzun zamana yayarak anlatabilirsiniz. Şansınız çok. Ama romanın da diğer ikisine göre şöyle bir zorluğu var. Bu kalabalık içinde kaybolup kurguyu  kaçırabilirsiniz, yanlışlar  yapabilirsiniz ve de hatalara düşebilirsiniz.En üstat romancılar bile bunu yapabilirler.

Bazılarını editörler toparlar, bazıları gözden kaçar. Duyguyu geçirme anlamında en zoru şiir, öykü ondan sonra romandır diyebiliriz.

Yeni bir kitap projeniz var mı?

Yeni iki tane roman projem var. Birini seçip  yeni romanımı yazmaya başlayacağım. Ancak bu ekimden önce olmaz. Bir süre dinleneceğim. Her romandan sonra bende böyle bir dönem olur. Kışın yazmayı daha çok seviyorum. Kış beni daha çok besliyor.

Türkiye’deki edebiyat şu anda ne durumda?

Türkiye’de edebiyat nicelik olarak iyi durumda. Eskiye göre daha fazla roman, öykü, deneme yayımlanıyor. Ancak nitelik için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Türk edebiyatının üretim dışında, okur, eleştirmen, yayıncı kısacası edebiyat dünyasını oluşturan diğer unsurlar tarafında da ciddi sıkıntıları var. Edebiyatımızda eleştirmen müessesesi çok zayıf mesela. Yazılan edebi eserlerin önemli bir bölümü eleştirilemiyor bile, çünkü yazanlara yetişecek kadar eleştirmen yok, yetişmiyor da. Kitap eleştirilmeli. Biz de sadece tanıtım yapılıyor. Böyle olunca da hiç hak etmeyen kitaplar bile göklere çıkartılabiliyor. Haksız yere yerin dibine sokulanlar da yok değil tabii. Gerçek anlamda eleştiri yapılabilmesi için, bir yazarın birkaç eserinin irdelenip değerlendirilmesi lazım. Bizde tek roman üzerinden yapılan yarı eleştiri yarı tanıtıcı yazılar çoğunlukta. Okur tarafına baktığınızda ise, ciddi anlamda ne okuyacağını bilemeyen, kafası karışık bir okur kitlesi var. Bu noktadan baktığınızda, okur sayısı görece artsa da gerçek anlamda edebi eser okuyanların sayısı oldukça az. Türk edebiyatının dışarı açılamamak gibi bir problem de var. Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü almasıyla gözler Türk edebiyatına çevrilmişti, ancak Nobel rüzgârı çok kısa süreli oldu. Etkisi çabuk geçti. Romanlarımız, öykülerimiz, şiirlerimizin çok azı yabancı dillere çevrilebiliyor. Edebiyatımız Bulgaristan’dan öteye gidemiyor. En çok çevrildiğimiz dillerden biri Bulgarca…