Pakize Barışta
15.02.2009
En sevdiğim Latince deyişlerden biri olan Festina Lente, (yavaşça hızlan) edebiyatımızın son dalgasına çok uyuyor bence.
Edebiyatımız, yavaşça hızlanıyor!
Bir grup yeni yazar, konuya egemen olmaya başladılar çünkü; konu ele geçince de güçlü ve gerçekten anlamlı sözcükler edebi olarak birbiri ardına sökün etmeye başladı; konu derken, âlemin her türlü anlamının ve her şeyin bir inovasyonudur kastedilen, yani bir yenilenme sonucu, edebi yeniden üretimlerdir.
Toplum bu coğrafyada en umutsuz anlarda, sıkışıp körelmiş insana umut sağlayacak yazarlar doğuruyor beklenmedik biçimde.
Ahmet Büke, Behçet Çelik, Murat Özyaşar, Kenan Biberci, Hakan Yaman, Hakan Bıçakcı, Yavuz Ekinci, Selma Fındıklı, Refik Algan, Gülçin Karaş Duman, Nihan Taştekin, Müge İplikçi, günümüzün genç, güçlü ve konuya egemen olan kalemlerinden.
Bu yazarlar, yaşadıkları çağı ve coğrafyayı evrensel kültür ve değerler içinde temsil eden, bana göre –geleceğin değil- günümüzün genç ustaları. Zira konuya olan egemenlikleri, sözcüklere olan davranışlarını da belirliyor; onların sözcüklere yükledikleri şifreler çok zengin ve genel olarak birkaç katmanlı okumalar sağlıyor:
“Göğsünde bir diken büyüyordu. Kökleri akciğerinin dalları arasına karışmış, kalbinin hemen yanından boy veren kaba sapı kızıla dönmüş bir diken. Tuğ çıkarmış. Muzaffer mor uçları var topuzunun. İçindeki kafayı koruyan sert zırh, ölümcül oklarla donanmış. Metal ruhlu diken büyüyordu göğsünde. Onu bıraktıkları ağacın dibinden doğruldu. Sırtını dayadı akasyaya. Dibinden avuçladı toprağı. Ağır ağır çiğnedi. Yuttukça rahatladı. İçindeki açlığın atları sakinleşti.” (Ahmet Büke’nin Alnı Mavide adlı kitabındaki Har adlı hikâyesinden)
Dünyanın Uğultusu adlı ilk romanı kısa bir süre önce yayınlanan hikâyeci Behçet Çelik’in edebi dünyasında ise, toplumun sınıfsal payandalarından, bireyin garanticiliğinin aslında garantilerini nasıl yok ettiğine kadar uzanan kapsayıcı bir uğultu hâkim. Yazarın mesajı çok açık aslında: “Korku dolu bir şeydi dünyada olmak.”
Genç yazar Murat Özyaşar’ın Ayna Çarpması’nda yer alan; kaynağını –Türkiye’nin Doğu’sunun da içinde bulunduğu- Kuzey Mezopotamya’nın kadim kültürlerinden alan hikâyelerinin çoğundaki acı, ağırlığı özenle korunarak ironik bir koza içine yerleştirilmiş gibi. Kozanın ışıklı iplikleri de edebi hallere bürünmüş: “Dışarıda kar vardı. Sınıfta yaz! Anneler büyük harflerle yazılır demişti öğretmen. Annenizin adını, defterinizin en baş sayfasının en baş satırına yazınız demişti sonra. Öğretilen en büyük harflerle yazmıştım: GÜVERCİN. Nasıl oldu da oldu. En arka sıradan değil de en ön sıradan: Bir parmak, havada! –Öğretmenim, öğretmenim onun annesinin adı Güvercin değil, KEVOK’tur.” (Kürtçe’de ‘güvercin’.)”
Düzü tersine, tersini de düze çevirme ustası Kenan Biberci, bir yalınlık uzmanı aynı zamanda; her şeyin kabuğunu soyuveriyor. Gerçek sanılan gerçek de, korkudan tabanları yağlayarak kaçıp gidiveriyor. İnsanlar ve eşyalar, alay ve küçük mutluluklar, zulüm ve ölüm… hepsi, tekmili birden, Dullar ve Reçeller adlı kitabındaki Eşya Tabiatı Gereği Eskiyor adlı hikâyenin kısacık finalinde, yazar tarafından harmanlanarak bir dizi derin deşifrasyona uğratılıyor. Burjuvası tamamlanmamış bir küçük burjuvazi, küçük bir edebi darbeyle savrulup yok edilirken, canlılığın kavramı yerli yerine oturtuluyor.
Hakan Yaman’ın ikinci romanı Fotoğraftaki Kadın, karanlığı itmeye çalışan bir roman. Fotoğraftaki Kadın’da rastladığımız yalnızlık, Batı edebiyatında rastladığımız yalnızlık temalarından oldukça farklı; Hakan Yaman, bizim yalnızlığımızı anlatıyor çünkü. Varlığın dışından değil, içinden gelen bir yalnızlık bu: “İçimde benden küçük, benden zayıf hatta çelimsiz biri vardı. Benden daha yardıma muhtaç, başı daha öne eğik, daha mahcup… daha sevgiye hasret, daha içine kapanık, daha bilgili, daha çok okuyan, daha hassas, daha dünyanın yükü omuzlarında, iç sıkıntısı daha sadık biri…”
Hakan Bıçakcı’nın Apartman Boşluğu ise, homo politicus olduğunu unutmuş bir kuşağın ilgi çekici romanı. Yazarı da, bu kuşağın bir temsilcisi gibi duruyor. Her şeyin farkında olup da, insanı insan yapan hasletlerden biri olan politicusluğu, gündeminin bir yerlerinde bulundurmaktan imtina etmiş bir yazarın oldukça başarılı bir edebi yazısıyla karşı karşıyayız. Okurunda bir dizi sarsıcı etkiler yaratan, onu tekinsizliğe yönelten ve geren, önüne aşılması gereken, siyah ve beyazın değişik tonlarında bir dizi perde-duvarlar çıkaran kurgu âlemiyle oldukça başarılı bir edebiyat örneği bu.
Söz’ü yazıya geçiren genç yazar Yavuz Ekinci’nin yazıya geçmiş kelamı da oldukça güçlü Bana İsmail Deyin adlı öykü kitabında. Bu yazı da söz kadar kalıcı olacaktır bence, ve kendi hayatını özgürce yaşayacaktır.
Selma Fındıklı’nın 2007 Sait Faik Hikâye Ödülü’nü alan İmbatta Karanfil Kokusu adlı hikâye kitabı dikkat çekici bir edebi bellek çalışması; İzmir’in 1863-1939 yakın geçmişine uzanan; duyguların, davranışların, niyetlerin ve sonuçların hüzünlü sevinçli envanteri gibidir bu hikâyeler.
Refik Algan’ın, Umursamaz Uykucu adlı hikâye kitabında karşılaştığımız edebi eleştirel bakış açıları ise çok dikkat çekici; yazarın, oldukça gelişmiş olduğu hissedilen homo politicus duyarlılığı, yazısında edebi olarak eleştirel platformlar ve adacıklar oluşturuyor; geniş bir yelpaze içinde; sosyalden kültüre, politikten mesel’e kadar uzanıyor.
Genç yazar Gülçin Karaş Duman’ın Kader’in Ağı adlı kitabındaki hikâyelerinde, bu coğrafyanın neredeyse her sınıfından ve katmanından insan manzaraları var. Bu insanlar, bu karakterler oldukça şiirsel bir dille sunuluyor okura. Yazar sorguluyor ve sistemi sosyal açıdan da ele alıyor aynı zamanda.
Nihan Taştekin’in, Yağmur Başlamıştı adlı ilk romanı bir polisiye. Yazarın, olay bütünlüğünü kimi zaman düz anlatımlı, kimi zaman epizotlu olarak kurguladığı romanın duygu örgüsüyle, gerçeklik duygusu bazen birbirlerini tamamlayıcı, bazen de birbirlerinden hızla uzaklaşan ve kendi içlerine kapanan bir anlatım tekniğine sahip. Zevkle okunan, gerilimin hiç düşmediği, edebi gücü yer yer dikkat çekici bir roman bence Yağmur Başlamıştı.
Müge İplikçi ise çok şefkatli bir yazar. Yazısı, hayli yüksek bir imge gücü taşıyor. İnsanın iç ve dış dünyaları arasındaki ilişkiyi –dramaturjik olarak- ustaca kuruyor. Cemre geçen yılın ilk yarısında yayınlanan en dikkat çekici kitaplardan biriydi bana göre. Müge İplikçi, kahramanlarıyla; Türkiye’nin 1960’larında, 1980’lerinde ve 2000’lerinde gezinirken, periyodik olarak zedelenmiş bu toplumun hayat kalitesini edebiyatlaştırıyor.
Edebiyatımız, bu yazarların duyarlılığı içinde yavaştan hızlanıyor işte. Hiçbir kulise yaslanmayan, özgürlüğüne titizlikle sahip çıkan ve adeta kendilerini saklayan genç yazarların oluşturduğu sessiz bir devrim bence bu. Üstelik, sadece metropolde konuşlanmış bir edebiyat da değil; edebi sesler, bu coğrafyanın değişik yerlerinden yükselerek yayılıyor etrafa.
Onlar, günümüzün genç ustaları işte.